Hoş Geldin

Sevgili okur, buraya geldiğin andan itibaren benimsin; arkana yaslan, al eline bir fincan kahve ve izlemeye başla. Haydi kolay gelsin ...

19 Ekim 2011 Çarşamba

BENNNN

Günlerden bir gün Tekirdağ'da doğmuşum. Çocukken en çok teletabileri ve Eti Cicibebe'yi seviyordum. Altı yaşında anaokulunda başlayan eğitim hayatım hala bitmedi. Üç dilek hakkım olsa ilkinde sonsuz dilek hakkı diler, kalan ikisini iptal ettirirdim. Asansörümüzde kamera olduğunu öğrendiğim günden beri inip çıkarken çok normal bir insan gibi davranmaya çalışıyorum. Konuşurken sürekli kendi ürettiğim olmayan kelimelerle devrik cümleler kurarım. Patatesli köfteli ekmeğin içini kemirir, ekmeğini yemem. Leblebinin kavrulmuş nohut  ve yeşil zeytinin aslında siyah olanın ham hali olduğunu öğrendiğimde yaşadığım şoku unutamıyorum. Sabah uyandıktan sonra bulduğum her fırsatta bir dakika da olsa tekrar uyumaya çalışırım. Ellerimi önde kavuşturup birbirinden hiç ayırmadan arkaya getirebildiğim için kendimle gurur duyuyor, herkese hava atıyorum. Etrafımdaki çoğu kişiden inek muamelesi görüyorum. Direk internet sitesinin ismini yazıp girmek varken önce sitenin ismini Google'da aratıp oradan siteye girmekten, birine "Uyuyor musun?" diye sormaktan, ıssız adaya düşüp yanıma üç şey almak zorunda kalmaktan, "fotoğrafımı beğenir misin:))))" yazan ergenlerden, şarjı bitmek üzere olan her şeyden, formspring'de bana "en çok hangi yemeği seviyorsun?" sorusunun sorulmasından, son günü gelmiş ödevlerden, boğazıma çubuk sokup kusma tehlikesi geçirmeme sebep olan doktorlardan çok korkuyorum. Kırmızı dünyadaki en güzel renk. Araçlarda cam kenarına oturup müzik dinlemeyi, Nutella'yı, Zeki Kayahan Coşkun'u, Taner Tolga Tarlacı'yı, Avril Lavigne'i, tumblr'ı, trip atmayı, "excuse me" demeyi ve seni bile seviyorum. Henry adında çok sevimli bir kitap ayracım ve Mony adında ne işe yaradığını pek çözemediğim ufak bir oyuncağım da var.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Gelecek sevgiliye bir ihtar mektubu maiyetinde olsun...

Kelimeler cılız kalıyor

içimin zayıflığını anlatmaya

ve yine de yorgunum kalabalıkları

hatta ve hatta geriye savrulmuşlukları anlatmaya

şikayetçiyim gözlerimin dalgınlıklarından

zihnime dağılmışlardan
zihnimi işgal altına almış olmalarından
zihnimi altlarına almış olmalarından...

sen koru yine beni

fikirlerimi sev ki onlara inanayım

bilirsin işlemez kurşun fikirlere

fikirlerimi gerçekleştir varsıllaştır

ki hiç ölmeyeyim

sen koru beni...

En çok yağmur yağarken öp beni mesela

en çok yağarken yağmur fransız olalım biz...
hay allah sevgilim yine fransız dedim
hep diyeceğim sevgilim
özür dilerim
günü gelince seni terk edeceğim
o zaman yapacağım gibi tıpkı
dilerim...
dilerim suçlama beni
sev beni...

uzun uzun anlat bana

sigaramın yanan ucu ıslansın

en sonsuz yerine dek

anlatırken bana ahvalini...


her yanan sigarada sen
söndür beni
ez kalbimi
namert kül tablalarında
sevmemiş gibi sevdiğinde sen beni
çoğalıyorum ben sevgili...

başka olalım biz sevgili
tutsak olmayalım birbirimize
yapış yapış asla
saklan benden
çocukluğumun en güzel yerinde
bilmece kal sen bana hep sevgili...

biliyorum
hiçbir kez şair olmaya yeltenmemiş
bir yüreksiz kadar gaddar olmayız,
hiçbir kez aşık olmamış gibi davranamayız
biliyorum inan
ruhunu en çıplak haliyle sun bana,
ben seni yine severim,
nasılsa seveceğim
ben seni en eski zamanlarca seveceğim
çünkü.
ve inan
inan bundan büyük iltifat edemezdim sana sevgilim
sevgilim sevgilim...

Ah en sevdiğim şarkı. Belki böyle bakmasaydı olmazdı, ama öyle bakmış işte.

http://www.youtube.com/watch?v=bIIL5p7_WKk

"alıntı"

‎''Ağaç diplerindeki yabani otları da temizle, onlar ağaçların besinlerini çalarlar.'' dedi küçük çocuğa. ''Zararlılar mı?'' diye sordu çocuk. ''Evet.'' dedi. ''O zaman niye varlar?", "Biz zararlı şeylerle uğraşalım diye." dedi adam.
Ben bu lafı önce tarttım, sonra güldüm. Kimse görmedi...


Sevinç Erbulak'ın bir tweet'inden...

Bir garip kalemseme

Kim bilir belki bir gün Fransa'da/

doğarız/

yağmur yağar o vakit Venedik'in bilmem hangi caddesine/

arabesk yaşar ve bir çocuk bile/

öldürebiliriz belki anlarsak/

Arap olur/

anlamazsak Fransız oluruz, sonra hep Fransız...

5 Eylül 2011 Pazartesi

Bir Kadın Gördüm

Ya hu böyle blog blog gezdiğim, fink attığım bir esnada bir videoya rastladım ki akıllara zarar kalplere ziyan..
Yok lan yok porno değil. Dur anlatıcam. Kadının bakışlarını saymazsak pornografik bi video değildi izlediğim. Böyle lüks bir mekan düşün etrafta smokinli beyefendiler tuvaletli kadınlar falan jazz dinlemeye gelmişler. Sahnede kasıntı çello falan çalan herifler. Müzik giriyor hafiften biz onları hayran hayran seyreder bakışlarımızla unufak ederken. Ve derken arkadaki perdede bir kıpraşım. Minik ojeli eller. Parmaklardan biri müziğin ritmine göre hareket ediyor. Hatta öyle zannediyorsunuz ki bu parmak hareketi bıraksa müzik aniden duracak.
Neyse minik el zarif bir hareketle perdeye halay çektirerekten onu yana kaydırıyor ve ohh jesus fuckin' christ!!! Öhöm... Müthiş bir vücudu olan ve benim gibi birçok genç kızı kıskançlıktan yarım yarım yaran, özgüveni tavan yapmış o tanrıça yavaşça müzisyenlerine iş atarak mikrofona doğru seyirtiyor. -bu seyirtiyor lafı da çok edebi lan iyi oldu kullanayım ara sıra-. Ve şarkısını söylemeye başlıyor. Öğrendiğime göre opera eğitimi almış bu hanımefendi şarkıyı kendisi söylemiyormuş. Ama olsun o dudak hareketleri, bakışları zaten yeterince dikkati ona çekiyor e bir de şarkı söylemesini bekleyemeyiz değil mi canım o kadar da zalim olmamak lazım...
Velhasıl kelam müzik de şarkı da bağyan da büyüledi beni. Şarkı da sık sık : " I'm gonna teach you some blues." diye bir cümle geçiyordu ama son kelimeden emin değilim. Yemedim içmedim araştırdım. İzlediğim sahne 1948 yapımı "a song is born" adlı filmdenmiş. Hatun kişinin filmdeki adı da Honey'ymiş ki hakkını veriyor. :) Gerçek adı Virginia Mayo olan bayağnın bir de Hollywood Walk of Fame adı verilen şöhret yolunda yıldızı varmış. Ahh ne yazık ki 2005'te hakkın rahmetine kavuşan bu güzide sanatçımızın jenerasyonundan olamama gibi bir kusura sahibiz. Affet yarebbim. :)

8 Haziran 2011 Çarşamba

GECENİN KÖRÜ VOL.4.

Gecenin bu vakti aklıma, 'Benim de bir aşk hikayem olur mu acaba?' sorusu takıldı. Zihnimi de ortaokul yıllarında ilk görüşte tiksintiye tutulduğum andaki haliyle tıpkısının aynısından bir havuz problemi gibi zorladı açıkçası en babasından. Bu konuda çok ümitsiz olduğumu belirteyim öncelikle. Aslında yoğun bi ümit de yok içimde. Sadece bazı duyguları öyle çok özlüyorum ki. Yani hissettiğim geleceğe değil geçmişe yönelik. ( Zaten bu aralar hayal ederken bile geçmişi kullanıyorum. Yaşadıklarimi değiştirip değiştirip bugüne taşıyorum. ) çok özlüyorum özlemesine ama Tekrar aynı duyguları yaşamak öyle de imkansız geliyor işte bana şu sıralar, hatta önceki sıralar, hatta bundan sonraki sıralar ... :) Benim gibi seçici geçirgen hatta seçemeyen ve hatta da seçilmeyen bir insanın nasıl olur da herhangi birisiyle herhangi bir serüveni olacak zaten. Kanımca bildiğin imkansız bi durum sayın pek sevgili okur. Böyle birinin en büyük serüveni platonik mecnun, sanal sevgili olması olur herhalde. Voov söylemek bile nefesimi kesti düşünsenize biiiii... Aman ne büyük macera her neyse. :) Sevgili okur kısaca içimi kıpraştıracak olaylar silsilesi istiyorum ben ya hu şu bayat hayata. Şu an pudingsiz püskevitli pasta gibi hissediyorum kendimi. ( Böyle de güzel örneklerim olayı. :) )
Ha unutmadan ezik ilişkiler de bana göre değil işte. Yalnızca insan değil gördüğünüz üzre ilişki de seçiyorum ben. Öyle kolay değil benle olmak hey yavrum hey. Kimler kimler eşikten döndü. ( Mahallenin delisiyle, Esenyurt'un apaçisi işte :) ) Ne sandıydın sevgili henüz sayamadığım okurlarım. Neyse kendimle ilgili bir tespit yapmam gerekiyor yazımın ahanda tam şurasında. Ve yapıyorum yaptııım. Manyağım ben galiba, hatta yoğum ben yoğum. Etrafınızda orda burda böyle birileri yokmuş gibi davranın siz de, ya da ya da en iyisi he diyin geçin. Gece gece neler düşünmeye başladım. Birinin bana dur demesi diyeceğim fakat o değil de aksine beni hiç kimsenin kale almamasına ihtiyacım var. Dikkat çektikçe şımarıyorum ihi neyse. :) Sonuç olarak ilginç bir aşk hikayesi yaşamam şart size anlatmak için bilmem anlatabiliyor muyum? :) Yazıyı da mükemmel bağladım, gönül rahatlığıyla yatıp zıbarabilirim ohh. Tatlı rüyalar sevgili okur...

AŞKA DAİR

Her aşkı kabul edemiyor insan. Bünye meselesi biraz da galiba. Her ilaç her vücutta aynı etkiyi göstermez ya her aşk da her ruha uymuyor işte ...
 Geçen gün bir yerde, 'Olmayan bir sevgiliyi beklemek, aşkı küstürmektir.' diye bir cümle okudum. Bu cümle üzerine ben aldım külahımı önüme ciddi ciddi düşündüm, iç sesimle fikir teatisinde bulundum uzun uzun. Acaba dedim, acaba yanlış mı yapıyorum. Ben de O'nu istiyorum çünkü ben de küstürüyorum aşkı.  İç sesimle yaptığım bu hesaplaşma sonucunda, kendimle yeniden barışıverdim kendimi yeniden sevdim yani, her neyse sonuç olarak bir ben miyim dedim bu dünyada böyle düşünen. Tabiki değilim. Yani acayip bir varlık olmadığıma göre niçin değiştireyim ben kendimi sevgili okur. Zaten şu saatten sonra (Her teenager gibi yaşım kemale ermişçesine de konuşurum böyle.) kıçımı yırtsam huyumu değiştiremem, suyumu bilemem tabi onu bir zorlamak lazım. Bir de şöyle bir şey var yırtsam falan diyorum bireysel konuşuyorum yani. Biri çıkar tamamen değişirim belki onu bilemem. Ama şimdilik aşk meşk işlerinde umutsuz vakayım. (Tamam okur geçmişten gelen bir yaram var bilmiş bilmiş konuşma şimdi orada.)
 Ben ama ruhumdaki bu saçma sapanlıkların kaynağını buldum ama buldum. Asıl neden sürekli erkeklerle yarış halinde olmam. Onları aşma isteğine sahip biriyim ya onları vurdumduymazlıkta da soğukkanlılıkta da efendime söyleyeyim belki de çapkınlıkta da geçeceğim. Olacak yani illa olmasa da öyle gibi davranmak zorundayım zayıflığı niye kabul edeyim. Artık siz deyin erkeklik eğilimi ben diyeyim boyumu aşan egolarım ... Öff geç bunları geç kendi hayatım bana yeterince ağır, elalemin hayatını öğrenip sonra bir de ceremesini çekemem. :)
 Seveni de sevemem sevgili okur iten çeker beni anlatabiliyor muyum ?
 Ama ama belki bu davranışlarımın sonucu ne olur postmodern bir aşk efsanesi yaratamaz mıyım, olabilir yani. Ya da ben ve kedilerim, oldukça hacimli film-kitap koleksiyonumla yok olup giderim kim bilir...
 Sizin gibi değilim ben seveni sevmem ...
 Aşkta temkinli ol ama her daim sevgiyle kal okur ...

27 Mayıs 2011 Cuma

GECENİN KÖRÜ

Gecenin Körü Vol.1.
Okuldan yorgun argın geldim, uyumaya çalıştığımda saat 17.30’du. Telefonumun alarmını 18.15’e kurup güç bela uyudum. Ama atladığım ufak (!) bir ayrıntı (telefonumun sessizde olması) yüzünden uyandığımda saat sabahın üçüydü. Sanki hayatıma yaşanmamış bir gün eklemiş gibiyim. Huzursuz hissediyorum. L
Gecenin Körü Vol.2.
Sabahın bu vakitlerinde ay ve de gökyüzü fena halde gizemli gözüküyor. Dışarı bakarken, penceremin camına Peter Pan ve Wendy’nin  vurup kaçacağı hissi geliyor ister istemez.
Bir de cama Peter çarpmadı ama, yüzüme sokağın ne kadar korkutucu olduğu gerçeği çarptı: “Nightmare of Silahtar Mektep Street”. J Etrafta sinsi sinsi dolaşan kedileriyle, manyak manyak çığıran martıları ve tuhaf su sesleriyle tam korku filmlik bir mekan. Öyle işte! J
Gecenin Körü Vol.3.
Bazen anlamakta güçlük çekiyorum, ellerim titriyor, kızgınım tüm dünyaya …

SEN

En çok gülüşünü seviyorum: Hem kurnaz, hem masum; hem adam, hem de çocuk …
Dünya siliniyor gözümden ve hafızamdan sana bakarken, siliniyor her  şey ve senin renklerinden oluşan bambaşka bir boyut uzatıyor elini bana.
Cennet diyorum, böyle bir şey olmalı. En çok senin yanındayken ölüyorum ben yani.

ŞÜKÜR

Hayat her zaman bok gibidir. Herkes için hem de. Biz insanlar genelde en iyiyi hak ederiz, hiçbir zaman bulunulan konum bizlere hoş  gözükmez, aç gözlüyüz işin özü. İyiyim dediğimizde genel olarak içinde olduğumuz bokluğun *aşırı bir şey yaşamamışsak tabi* en az kısmında duruyoruzdur değil mi?
 Şükretmeyi öğrenmek bizler için çok zor bir iştir. ‘Kemaliyet rütbesi’ diyebiliriz belki bunun için. Herhangi bir aşağılık kompleksi  durumunda, ilk olarak bizden daha üstün ve her anlamda daha varlıklı insanlara bakmak gelir aklımıza, oysa unutulmamalıdır ki bazı kimselerin aklına da ilk olarak bizim gibilere, bizim konumumuz benzeri konumlarda bulunan insanlara bakmak gelir. Ya onlar ne olacak? Kendi haline dövünen bizler,  bizden daha aşağıda yer almakta olan o insanların birer  fazlalık, gereksiz yaşam formları olduğunu falan mı düşünüyor acaba? Öyle gözüküyor durum ilk bakışta; fakat hayır öyle de değil. En azından benim için. Ama niçin bu isyan, niçin? Niye daha fazlasını istiyoruz? Ya da şöyle sormak daha doğru ve isabetli olacak: Nereye kadar daha fazlasını isteyeceğiz, nerde duracağız? Duracak mıyız?
 Cevap veriyorum: Duracağımız falan yok.
 Böyle gelmiş böyle gidecek. Bize düşen fazla şımarmamak, nefsani terbiye için çabalamak. Elbette en iyisini hak ediyoruz, elbette en değer verdiğimiz birey kendimiziz; lakin ölçülü olmaya çalışmayı akıl defteri, bir köşesinde illa ki ufak bir notla sık sık hatırlatmalı bize  

GÜNAH

“Bir kişinin aleyhinde söylenen bir sözü dinleyen, o sözü söyleyen gibidir.” Hz. Ali
Hz. Ali’nin bu sözünden yola çıkarak, biriyle dedikodu ettiğini düşün bir. Karşındaki insana bilmem kimi anlatıyorsun. İşte bu arkadaş seni dinlediği için, o da anlatmış gibi oluyor. Eee haliyle kendi anlattığını dinlemiş oluyorsun değil mi. Bu durum kısır bir döngü şeklinde, aynen bir “ouroborus” halinde devam eder, uzar gider…
Sanki karşılıklı yerleştirilen iki ayna arasındaki nesnenin görüntüleri gibi. Yani sonsuzluk gibi. Yuh! Günaha batmak gibi!

AŞK

 *Bakışların yüzüme her değdiğinde, yüzüme sille tokat cenneti çarpıyor gözlerin. Şu halde söyle kalbimin çarpıntısına nasıl engel olabilirim ben?*

 Aşk odur ki; aşık, sarhoşluğunun içerisinde maşuğu görmez. Maşuğun yüzü ve dahi silüeti bir zaman sonra aşığın olumlu veya olumsuz etkilenmesine yol açmaz.Ol aşığın işlev kazanan bir başka gözüdür, ol göz bebeğine yansıyandır ki bir başka görüntüdür. Ruh mudur, ten midir, nedir; anlayamaz, tanımlayamazsın…
 Aşkın önünde kelimeler diz çöker; ‘Ey aşk emrine amadeyim, al şu kıymetsiz boynum senindir!’ der  ve aşk bunun üzerine yarı şuh, yarı sert kahkahasını salar gökyüzüne doğru; ‘Hah şimdi iyi dedin, boynun yetmez beni dimağlarda ilmek ilmek örmeye, al kıymetsiz boynunu çekil önümden.’ Der. Ortada tatlı ve de yakıcı o duygudan başka bir şey kalmaz. Göğüslerin arasından aşığı maşuğa iten bir çekim kuvveti peydah olur; dilin lal olduğu, kalemin kötürüm kaldığı o anda …